Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık.[1] Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, Ondan en çok korkanınız (en takvalı olanınız)dır.[2]

 

Müfessirler, ayetin, soy sopla övünmeyi olumsuzlama amacına yönelik olduğunu belirtmişlerdir. Buna göre “bir erkekle bir dişiden…” ifadesinden maksat, Âdem ve Havva’dır. Dolayısıyla ayetin anlamı şöyledir: Biz sizi bir babadan ve bir anneden yarattık. Bütün insanlar bu baba ve annenin çocuklarıdır; bu bakımdan beyaz derili ile siyah derili, Arap ile acem arasında bir fark yoktur. Sizi farklı halklara ve kabilelere ayırdık, bazılarınızın diğer bazılarından üstün olmasından dolayı değil, bilakis, tanışmanız için ki birbirinizi tanıyasınız, böylece toplumsal varlığınız gerçekleşsin, birbirinizle ilişkileriniz, bağlarınız ve karşılıklı muameleniz doğru ve sağlıklı bir ortamda yürüsün. Tanışma olgusunun toplumun bireylerinin arasından kaldırıldığını, tanışma diye bir şeyin olmadığını bir an için varsayalım. Bu takdirde toplumsal birlik dağılır, çözülür, insanlık ortadan kalkar. İşte halkların ve kabilelerin yaratılmasındaki maksat budur. Soylarınızla övünesiniz, babalarınızı ve annelerinizi ululayasınız veya ırkınızla övünerek ırkçılık yapmanız veyahut başka ırkları ve kavimleri yermeniz ve küçük görmeniz için diye değil.

 

Başka bir şekilde ifade etmek istersek; Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Dolayısıyla her biriniz insansınız ve iki insandan türemişsiniz. Bu açıdan aranızda hiçbir fark yoktur. Var olan halklar ve kabileler farklılığına gelince bunlar Allah’ın var ettiği bir farklılıktır, bu, herhangi bir kümenin, topluluğun veya ırkın üstünlüğü, daha şerefli oluşu anlamına gelmez. Bilakis, bu farklılık, tanışmanız, böylece toplumsal varlığınızı gerçekleştirmeniz içindir.[3]

 

Burada yeri gelmişken İslâm’ın ırkı ve ırkların varlığını reddetmediğini, aksine ırkçılığı men ettiğini vurgulamamız gerekmektedir.

 

Irkçılık psikolojik bir hastalıktır. İnsanın ruhunu kemirerek hem kendisine ve hem de karşısındakine zarar verir. Şöyle ki, ırkçılık iki tarafı keskin bir bıçağa benzer. Hem kullanana hem de kurbana zarar verir. Bu illetin ana sebebi ise, kişi kendisini, aile veya kabilesini diğer insanlardan üstün görerek bu iğrenç psikolojiyle kendi uçurumunun temelini atmaya başlar ve bu duygular onun zihninde yer ederek, başka insanları küçümsemeyle başlar ve kanlı savaşların meydana getirilmesine kadar ilerler. Nitekim biliyoruz ki tarih boyu bütün savaşların ana sebebi bu zalim nefsani hastalıklardan kaynaklanmaktadır. O halde bu hastalıktan kurtulmanın yolunu ve gidişatını öğrenip tedaviye başlamalıyız.

 

O zaman büyük ve ağır olan hastalık ırkçılık, kendini ve ırkını büyük görme ve diğer insanları ve ırkları küçük görmektir. Tedavisi ise takvadır.   

 

Yüce Allah’ın “müminler ancak kardeştir sözünü unutmayarak…fesat, haset ve kıskançlık gibi hastalıkların tedavisi için Allah’ın sözünü yüreğimize işlemeliyiz. Makalemizin başında zikrettiğimiz ayeti kerime buyurduğu gibi “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir kadından yarattık ve sizi şubeler ve kavimlere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız, şüphesiz ki Allah katında en şerefliniz takvada[4] en ileride olanınızdır.” Bu durumda onur ve üstünlük takva iledir. Dolayısıyla yüce Allah’ın buyurduğu gibi sizin en üstününüz en çok Allah’tan korkanınızdır. Yüce Allah’ın sonsuz ilmine dayalı olarak insanın var oluşu için belirlediği gaye, amaçta budur. Bu amaç pesinde olan insanlar arasında bir çatışma ve sürtüşme, üstünlük kavgası ve… gibi şeyler olmaz.

 

O halde birbirimizi tanıyıp, severek kibri ve kıskançlığı üzerimizden atmalı ve sağlıklı ve barış içinde hoşgörüyle ve yer yer ilmi konuşmalarla, sohbetlerle yaşamalıyız. Hiçbir insan doğarken hangi kabilede doğmak istediğine karar veremez. Arap, Acem, Siyahi, Kürt, Türk, Laz, Çerkez …ayırımı yaparak aslında kendi değerimizi düşürmekle kalmayıp yüce Allah’ın nazarında da değerden düşüyoruz. Görmüyor musunuz, Allah kendisine iman etmediği halde bütün nimetlerini önlerine sergilediği nice toplumlar var. O halde bize sadece sevmek ve güzel geçinmek ve imkanı ve fırsatlar oluştuğunda ilahi öğretileri onlara anlatmak ve bu konular üzerinde saygı sınırları içerisinde münazara etmek düşer….Biliyoruz ki insanlığı uçuruma götüren en büyük hastalık kendini büyük görme, üstünlük taslama ve ırkçılıktır. Yıllar bize ırkçılığın sebep olduğu kanlı savaş örneklerini tarih boyu sergilemiştir. İslam dini bu yüzden ırkçılığı reddederek lanetlemiştir…

 

Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) ırkçılığı reddeden ve insanlar arasında üstünlüğün takva olduğunu gözler önüne seren yaşantısı ve sözleri ve aynı şekilde ırkçılık hastalığının İslam dininde olmayışı sayısız insanın gönlünde etki bırakarak onların İslam’ı seçmelerine sebep olmuştur.

 

O halde neden bizlerde bu güzel hasletten kendimizi yoksun tutarak birçok çirkinliğin kapısını aralıyoruz. Neden kendi kardeşlerimizin uçurumunu tırnaklarımızla kazıyoruz ve neden onların dertlerine ortak olacağımıza onlara dert ve sıkıntı oluyor ve onlar kendi aramızda engeller ve uçurumlar oluşturuyoruz?

 

Unutmayalım bütün insanlar bir vücudun azaları gibidir. Bu azalar bir ruhun emriyle birleşip ruhun kemali için hareket etmekte ve ediyorlar. O halde ruhumuzun kemale ulaşması için yaratılanı sevelim yaratandan ötürü….

 

“Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”

 

Fatma Ukşul Güneş

 

****************************************************************************************

[1] eş-Şuub, eş-Şi’b kelimesinin çoğuludur ve el-Mecma adlı eserde belirtildiğine göre, kalabalık insan boylarına, halklara denir, Rebia ve Mudar boyları gibi. El-kabail ise kabile’nin çoğuludur ve eş-Şi’b’den daha küçük topluluğa denir. Mudar boyunun temim kolu gibi. Ragıp el-isfahani el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: eş-Şi’b, bir boydan ayrılmış kabile demektir. Çoğulu da şuub şeklindedir.

[2] Hucurat Suresi, 13. Ayet.

[3] El-Mizan Tefsiri, Hucurat Suresi.

[4] Konumuz takva olmadığı için, ancak takva konusu geçtiğinden muttakilerin (takva sahiplerinin) önderi olan İmam Ali’nin (a.s) Takva hakkındaki öğüt ve nasihatlerine de değinmeden geçmek istemiyoruz: “Takva ile gaflet uykularınızdan uyanın, günlerinizi onunla geçirin, kalplerinizi onunla şuurlandırın, günahlarınızı takvayla silin. Dikkat edin! Takvayı koruyun ve takvayla korunun.. Allah’ın kulları! Size Allah’tan korkmayı tavsiye ediyorum. Çünkü takva Allah’ın sizin üzerinizdeki hakkı, Allah’a karşı bir görevdir. Yine Allah’tan yardım dileyerek takvaya ulaşmayı ve takvanın yardımıyla da Allah’a yönelmeyi tavsiye ediyorum.” (Nehcu’l Belağa, Hutbe 191.)

İletişim