Eski düşünürlerin bir görüşüne göre; “insan, iki evrenin arasındadır” denir.

 

Dışarıda gördüğün, algıladığın, hayal edebildiğin her şey senin beyninde yer alır. Ayna misali; merkezde sen ve çevrende tüm evren. Beyinle kalbin ayna görevi yaparak, hayattan ne kadarını anlayıp kavrayabildiysen, aynı büyüklükteki evreni iç dünyana yansıtacaktır. Çünkü evrenin sonsuzluğu oranında, insan ruhunun da ilerleme potansiyeli vardır. Dolayısıyla insan iki evrenin arasında sayılacaktır.

 

Hakikaten de insan, alemin merkezindedir, mihveridir. Tüm alem onun etrafında döner. Rabbu’l alemin bütün varlık alemini insanın hizmetine sunmuştur.

 

Peki bunca imkân ayakları altına serili olan bu insan, NE İSTEMELİDİR?

 

Katman katman istekler ve hedefler vardır insan için. Gönlünün en üst kısmından başlar, derinlere doğru dikey şekilde sıralanırlar.

 

Bazıları, daha yüzeysel ve baskındır. Daha doğar doğmaz başlar bu isteklerin gürültü patırtısı. Karnı doymalıdır onun, uyumalıdır… Hayatı boyunca da sürer bu tantana. İstediğini elde edene kadar bağır çağır ederler. Ne de olsa maddi hayatını devam ettirebilmesi için gereklidir bunlar.

 

Az ilerde benliğiyle tanışır ve onun istekleri sıralanır. Kendini ortaya koymak, üstünlük sağlamak, ilgi ister bu ben. Benliğini doyurmak da pek kolay değildir.

 

Sonra daha derine ilerlediğinde bu BENCİL BENLİK’ten de yavaş yavaş sıkılır insan ve kendisini daha özel kılacak ve geliştirecek özelliklerin peşine düşer. Maddi lezzetlerden yeterince tat alamaz olur. Farklılık ve farkındalık arayışları başlar…

 

İlim ve gelişim peşine düşer, kendine ve etrafına bir şeyler katmak ve faydalı olabilmek ister, bunlardan aldığı zevkin lezzetinin ise, leziz bir yemekten daha tatlı olduğunu görmek ilginç gelecektir ona. Bu durum, insanda yoluna devam etme isteği uyandırır…

 

Gönlünün derinlerine doğru ise, manevi ve ulvi bir tecrübe edinecektir, iç dünyasında aradıklarına bulduğu cevaplar, dünyanın dört bir köşesine de gitse bulamayacağı kadar kıymetlidir. Gönül madeninde yaptığı bu keşfin lezzeti tarif edilemez gelecektir.

 

Her ne kadar derine inerse; buradaki istekler keşfedilmeyi beklercesine sessizce fısıldamaktadır. Oysaki en üstteki maddi istekler öyle mi?! Var güçleriyle haykırırlar, istediklerini alana kadar susmak bilmezler.

 

Ancak derinleştikçe isteklerin değeri artarken; bir köşede sabırla keşfedilmeyi beklediklerine tanık olacaktır.

 

Sahi değerli olan şeyler hep daha derinlere saklanmaz mı zaten? En kıymetli madenler, ulaşılması en meşakkatli olanlar değil midir?

 

Akıl ve beynin maddi bakışından biraz sıyrılıp daha derinlerdeki gönül gözü ile hakikat perdelerini araladığında, çevrenin etkilerine kulak tıkayıp ÖZÜNÜ dinlediğinde ise, daha derin arayışlarla kesişecektir yolu.

 

Hakikate ulaşma arzusu, kendinden yüce olanı bulma ve onunla bütünleşme isteği, kâmil olma, güzel olanı görüp onun aşkıyla tüm BENcilliğini ateşe verip tutuşturma ve o güzelde yok olma arzusu.

 

Çünkü damlanın mahiyeti değişmez; ancak ufak bir su birikintisine mi yoksa sonu olmayan denizlere mi katılmak ister bu onun tercihidir.

 

Denize akan su damlası artık damla değildir, deryadır o, denizdir!

 

Mıknatıs misali… Neyi arzularsan, onu çekersin, ona çekilirsin.

 

 

Emir’il Müminin Ali (a.s) İNSANIN DEĞERİ ile ilgili şöyle buyurmuştur:

 

Her insanın değeri; sevdiği (değerli gördüğü) şey kadardır.[1]

 

 

Bununla alakalı olarak Allame Caferi’den şöyle nakledilmiştir: Danimarka’da dünyanın her yanından gelen sosyologlarla yaptığımız toplantının konusu şu idi: İnsanın değeri nedir?

 

Her çıkan sosyolog, kendi görüş ve teorilerini sundu. Sıra bana geldiğinde dedim ki İNSANIN DEĞERİ SEVDİĞİ ŞEY KADARDIR. Eğer bir insan iki katlı evine aşıksa, değeri o ev kadardır, eğer arabasının hayranıysa, değeri o araba kadardır; ancak eğer Yüce Allah’ın aşığı ise ve ona ulaşmak istiyorsa, değeri o oranda yüksek olacaktır. Bunu söyledikten sonra oturdum.

 

Bunun üzerine orada bulunanlar ayağa kalkarak dakikalarca alkışladılar. Alkışlama ve tebrik faslı bitince tekrar ayağa kalkarak söz aldım ve dedim ki:

 

Değerli arkadaşlar, sanmayın ki bu sözü kendimden söylüyorum. Bu sözün sahibi İMAM ALİ’dir (a.s). Buyurmuştur ki:

 

قيمة كل امرئ ما يُحْسنه.”

 

Şu dört etrafımızı saran maddi dünya ve elde edemediğimiz takdirde dayanamayacağımızı, hayatımızın son bulacağını sandığımız bu maddi dünyanın pırıltıları arasında bizi, kendimizi bulmaya iten şu cümleleriyle Mevlâna ne güzel demiş:

 

“Kişinin değeri nedir?

 

– Aradığı şeydir!

 

Eğer sen can konağını arıyorsan bil ki sen cansın.

Eğer bir lokma ekmek peşinde koşuyorsan sen bir ekmeksin.

Bu gizli, bu nükteli sözün manasına akıl erdirirsen anlarsın ki;

Aradığın ancak sensin sen.

 

 

Madendeki inciyi aradıkça madensin.

Ekmek lokmasına heves ettikçe ekmeksin.

Şu kapalı sözü anlarsan anlarsın her şeyi;

Neyi arıyorsun sen o’sun.

 

Senin canın içinde bir can var, o canı ara!

Beden dağının içinde mücevher var, o mücevherin madenini ara!

A be yürüyüp giden sufi gücün yeterse ara;

Ama dışarıda değil; aradığını kendinde ara.”

 

Gerçekten de insanın değeri sevdiği, ulaşmayı arzuladığı şey kadardır. Gönül gözümüzü nereye diktiğimiz, nereye bağlandığımız, varacağımız yeri işaret etmektedir.

 

Belki de bu sebepledir ki Allah, tüm peygamberlerinden üstün olan son Peygamberine (s.a.a) ve diğer dinlerden üstün olan bu dine, peygamberliğinin emeği karşılığında SEVGİ VE MUHABBET bırakmıştır.

 

Terazinin bir kefesinde Resulullahın risaleti, diğer kefesinde ehlibeytinin meveddet ve muhabbeti.

 

Aziz ve Yüce Allah şöyle buyurdu: “Ey meleklerim ve ey göklerimde bulunanlar! Bina edilmiş gökyüzünü, döşenmiş yeryüzünü, aydınlatan ayı, ışık saçan güneşi, dönen her feleği (gezegeni), akan denizi ve dolaşan gemiyi, sadece kisânın altında olan bu beş kişinin muhabbeti için yarattım![2]

 

İnsanın yaratılış hikmetiydi EHLİBEYTİN MUHABBETİ. Tüm alemin yaratılışının felsefesi bu idi.

 

Çünkü insan olabilmesinin şartı idi: Yolculuğunu tamamlaması, gönül madenlerini çıkarabilmesi ve sonuçta EHLİBEYTİN SAĞLAM İPİne tutunarak, ALLAHIN RENGİNE BÜRÜNMESİ![3]

 

 

Dildeki değil gönlümüzün derinlerinde kime muhabbet beslediğimiz, ne yöne çekildiğimizi belirler.

 

 

Merkezde senin gönlün, çevresinde sonsuza doğru genişleyen RAHMET HALKALARI. Bunların ne kadarını kendine doğru çekebildiğin ve ne kadarıyla bütünleşebildiğin ise; gönlündeki çekim alanının çapı ve mıknatısının gücü ile orantılıdır.

 

 

Hedeflerimizi, arzularımızı gözden geçirmeli, gönül mıknatısımızı güçlendirmeli, rotamızı doğru belirlemeli ve şaşmamasını sağlamalıyız.

 

 

Çünkü SİRATI MÜSTAKİM nihai hedef değildir, bizim her daim bu doğru yolda ilerlememiz gerekmektedir. Yoksa her namazda BİZİ DOĞRU YOLA İLETmesini ve bu yolda kılmasını Rabbimizden istemezdik!

 

Gönlümüzün en derinlerinde tertemiz fıtratımız, rahmete muhtaç, güzel olana hayran bir şekilde beklemektedir. Yolda farklı duraklarda daha fazla takılmadan ilerlememizi istemekte, GÖNÜL YOLCULUĞUMUZU TAMAMLAMAMIZI BEKLEMEKTEDİR.

 

ORADAN İNCİ VE MERCANLAR ÇIKACAKTIR.[4]

 

Tuba TURAN

 

———————————————————————–

[1] Nehcu’l Belağa / 81.Hikmet

[2] Hadisi Kisa

[3] Al-i İmran /103 ve Bakara/138. ayetlere atıfla.

[4] Rahman Suresi 22.ayete atıfla.

İletişim