Allah (Arapça: الله), âlemlerin yaratıcısı ve en kâmil varlık, başta İbrahimi dinler olmak üzere, bir çok dinin en temel kavramıdır.

 

Bütün kâinatı içine alan kapsamlı, adeta sınırsız bir projesi, bir gayesi, bir amacı olan bir varlığın, her şeyden önce kendisinin ezelî ve ebedî bir hayata sahip olması, sonsuz ilim ve kudret sahibi, sonsuzu kuşatıcı görme ve işitme sahibi, sonsuz tekvinî ve teşriî kelam sahibi olmak gibi kuşatıcı sıfatlara sahip olması gerekir. Bu ise Allah’tan başka bütün varlıkların yaratıcılık vasfına haiz olmadıklarını tescil eder.

 

Varlığı kendinden olan, varlığı ezelî olan, varlığı ebedî ve sermedî olan Allah’ın varlığının bir nedeni, bir gerekçesi olamaz. Çünkü, nedenler, gerekçeler bir şeyin varlığını gerektiren sebeplerdir. Allah’ın varlığı sonradan olmadığına göre onun herhangi bir nedeni olamaz. Çünkü, neden, sebep bir şeyin varlığına etki eden ve dolayısıyla ondan önce var olan bir gerçektir. Allah’tan önce bir varlık söz konusu olmadığına göre, O’nun varlığına etki edecek bir nedenin / sebebin olması da söz konusu değildir, olamaz da..

 

Ebu Basir şöyle rivayet eder: Bir adam Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın yanına geldi ve dedi ki: Bana Rabbinin ne zamandan beri var olduğunu söyle?

 

İmam buyurdu ki: «Yazıklar olsun sana! Ancak bir zaman var olmayan şey hakkında ne zaman oldu? Denir. Benim yüce Rabbim, her zaman vardı ve her zaman nasılsız (keyfiyetsiz) diridir. Allah hakkında “…oldu” olmaz. Oluşu için de “oldu ve nasıl oldu” nitelemesi olmaz. O’nun için “nerede” (mekân) yoktur.

 

Bir şeyin içinde değildir. Ve bir şeyin üzerinde de değildir. Özel mekânı için bir yer meydana getirmemiştir. Varlıkların oluşmasından sonra güçlenmemiştir ve hiçbir şey olmadan önce de zayıf değildi. Bir şey meydana getirmemişken korku hissetmiyordu.

 

Zihinde tasavvur edilen hiçbir şeye benzemez. Varlıkların yaratılmasından önce egemenlikten uzakta değildi ve varlıkların ortadan kalkmasından sonra da egemenlikten uzaklaşmaz. Hayat olmaksızın hep diridir. Bir şey meydana getirmeden önce güçlü hükümdardı. Evreni var ettikten sonra da karşı durulmaz güç sahibi hükümdardır.

 

Varoluşu için “nasıllık” söz konusu değildir. Nerede oluş O’nun için yoktur, sınırı söz konusu değildir. Kendisine benzeyen bir şeyle tanınmaz. Uzun süre kalmaktan dolayı yaşlanmaz. Hiçbir şeyden korkmaz. Aksine bütün varlıklar Onun korkusundan titrerler. Sonradan olma bir hayatı olmaksızın diriydi. Vasfedilir bir oluşu, sınırlandırılabilir “bir nasıl” oluşu ve kavranabilir “bir nerede” oluşu veya bir şeye komşu olabilir “bir mekânı” yoktur.

 

Ayrıntılı Cevap:

Allah Nasıl Tanınır?

Allah Ancak Kendisiyle Bilinir, Tanınır

Mansur b. Hazım şöyle rivayet eder: Ebu Abdullah’a (Cafer Sadık a.s) dedim ki: Bir toplulukla münazara ettim ve onlara dedim ki: “Allah, kulları aracılığıyla tanınmaktan yücedir, üstündür, uludur. Bilâkis kullar, Allah aracılığıyla tanınırlar, bilinirler.”

 

Buyurdu ki: “Allah sana rahmet etsin.”

 

***

Ali b. Ukbe b. Kays b. Sem’an b. Ebu Rebiyha -Resûlullah’ın azatlı kölesi- şöyle rivayet etmiştir: Emirül-Müminin’e (Ali a.s) soruldu: “Rabbini ne ile tanıdın?”

 

Buyurdu ki: “Kendini bana tanıttığı ile.”

Denildi ki: Kendini sana nasıl tanıttı?

 

Dedi ki: “Hiçbir şey Ona benzemez, duyularla algılanmaz, insanlarla mukayese edilmez. Uzaklığında yakın, yakınlığında uzaktır. Her şeyin üstündedir. Bir şey O’nun üstündedir denemez. Her şeyin önündedir; ama Onun önü vardır denemez. Varlıkların içindedir; ama bir şeyin bir şeye girmesi gibi değil. Varlıkların dışındadır; ama bir şeyin bir şeyden çıkması gibi değil. Bu niteliklere sahip olan Allah’ı tenzih ederim. Ondan başkası da bu niteliklere sahip değildir. O, her şeyin başlangıcıdır.”

 

***

Fadl b. es-Seken, Ebu Abdullah’tan (Cafer Sadık a.s) şöyle rivayet eder: Emirü’l-Mü’minin (İmam Ali b. Ebu Tâlib a.s) buyurdu ki: “Allah’ı Allah ile Resulü risalet ile “Ulu’l-emr / yönetici”yi marufu emretmesi, âdil olması ve iyilikte bulunması ile tanıyın, bilin.”

 

***

Selman-ı Farisî’ye dayandırılan uzun bir hadiste Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra Hıristiyanların lideri “Caslik” yüz kişiyle birlikte Medine’ye gelerek Ebu Bekir’e bazı konular hakkında sorular sordu. Onlara cevap veremediğinden onları Emirü’l Müminin’e (a.s)yönlendirdiler. Onlar, sorularını sorarak cevaplarını aldılar. Caslik’in sorduğu sorulardan biri de şuydu: “Allah’ı Muhammed’le mi, yoksa Muhammed’i Allah Azze ve Celle’yle mi tanıdın?” Ali b. Ebu Talib (a.s) şöyle buyurdu: “Allah’ı Muhammed’le (s.a.a) tanımadım, bilâkis Muhammed’i yaratıp onda uzunluk ve genişliği meydana getirdiğinde Allah Azze ve Celle’yle tanıdım. Sonra Allah’ın bana vermiş olduğu delil, ilham ve iradesiyle; Allah’ın meleklerine kendisine itaat etmelerini ilham ettiği ve bir şeye benzemediğini ve keyfiyetsiz olduğunu onlara öğrettiği gibi Muhammed’in (s.a.a) plânlanarak yaratılmış olduğunu anladım…”

 

***

Muhammed b. İmran ed- Dekkak, Muhammed b. Yakup b. İshak el Kuleynî’nin[1] şöyle dediğini rivayet eder: “Allah’ı Allah ile tanıyın…” sözünün anlamı şudur: Allah Azze ve Celle şahısları, renkleri, cevherleri, ayanları yarattı. Ayan dediğimiz: bedenler, cevherler de ruhlardır.

Yüce Allah ne cisme, ne de ruha benzer. Hiç kimsenin, algılayan ve kavrayan ruhun yaratılmasında emir verme ve nedensellik oluşturma gibi bir yetkisi ve niteliği yoktur. Allah, ruhları ve cisimleri tek başına yaratmıştır.

 

Allah’tan iki benzeme olumsuzlandığı zaman yani bedenlere ve ruhlara benzemediği vurgulandığı zaman Allah, Allah ile bilinmiş, tanınmış olur. Ruha, bedene veya nura benzetildiği zaman ise Allah, Allah ile bilinmemiş olur.

 

***

Ziyad b. Munzir, Ebu Cafer Muhammed b. Ali el- Bakır’dan (a.s) O’da atalarından şöyle rivayet etmiştir: “Adamın biri Müminlerin Emiri’nin (a.s) karşısında ayağa kalkarak şöyle dedi: “Ey Müminlerin Emiri! Allah’ı ne ile tanıdın?” İmam (a.s) şöyle buyurdu “Azimlerin bozulması ve himmetlerin kırılması ile tanıdım. Himmet ettiğimde (bir şey yapmaya karar aldığımda) benimle himmetim arasına engel girdi. (yani niyet ettiğim şeyi gerçekleştiremedim) Azmettiğimde ise ilâhî kaza muhalefet gösterdi. Böylece gerçek müdebbirin benden başkası olduğunu bildim.” Adam dedi ki: “Hangi delilden O’nun nimetlerine şükrediyorsun?” şöyle buyurdu: “Belâyı benden uzaklaştırdığını ve başkasını onu müptelâ ettiğini gördüğümde bana nimet verdiğini anladım ve ona şükrettim.” Adam dedi ki: “Neden O’nunla görüşmekten hoşlanıyorsun?” buyurdu ki: “Benim için meleklerin, resullerin, enbiyaların dinini seçtiğini gördüğümde bildim ki bunlarla bana ikramda bulunarak beni unutmamış. Dolayısıyla O’nunla görüşmeyi seviyorum.”

 

***

Zeyd b. Ali babasından Musa b. Cafer’in (a.s) şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bir topluluk İmam Cafer Sadık’a (a.s) şöyle dediler: “Bizler dua ediyoruz, ancak dualarımız kabul olmuyor.” Buyurdu ki: “Çünkü sizler tanımadığınız birine dua ediyorsunuz.”

 

***

Hişam b. Salim şöyle rivayet etmiştir: İmam Sadık’a (a.s), “Rabbini neyle tanıdın?” diye sorulunca şöyle buyurdu: “Azimlerin bozulması ve himmetlerin kırılması ile tanıdım. Azmettim azmim bozuldu ve himmet ettim himmetim kırıldı.”

***

Hişam b. Salim, şöyle anlatıyor: Muhammed b. Numan el-Ahvel’in huzurundaydım. Bir adam kalkarak ona şöyle dedi:  “Rabbini ne ile tanıdın?”

 

Dedi ki: “O’nun yardımı, irşadı, tanıtması ve hidayeti ile tanıdım.” Sonra onun yanından ayrıldım. Yolda Hişam b. Hakem’le karşılaştım. Ona dedim ki: “Eğer birisi bana Rabbini ne ile tanıdın diye sorsa ona ne diyeyim?” dedi ki: “Eğer birisi sana ‘Rabbini ne ile tanıdın’ diye sorsa şöyle de: “Allah Celle Celaluhu’yu kendimle tanıdım. Çünkü kendim, bana her şeyden daha yakındır. Nefsimin parçalarının bir araya toplandığını ve eczalarının oluşturulduğunu, aşikâr terkibini, sağlam yapısını, değişik şekil ve tasvirlerle yapıldığını gördüm. Eksiklikten sonra artış, artıştan sonra eksiklik vardır onda. Onun için çeşitli duyu organları ve görmek, duymak, koklama, tatma, dokunma gibi birbirinden farklı organlar inşa etmiştir. Bunlar zayıflık, eksiklik ve aşağılık ölçüsüne göre plânlanmıştır. Bunların hiç biri diğerinin idrak ettiğini idrak edemez ve ona güç yetiremez. Ona olan faydaları kendisine çekmekte ve gelebilecek zararları defetmekte acizdir. Vücudun oluşturan olmadan oluşması ve şekil veren olmadan bir şeklin oluşması akıl açısından imkânsızdır. Bunlardan onları yaratan bir yaratıcının olduğunu ve şekil veren bir şekil vericinin olduğunu, ama onlardan tüm yönlerden farklı olan birinin olduğunu anladım. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz? (Zariyat, 21)”

 

***

Hişam b. Hakem şöyle rivayet eder: Ebu Şakir ed- Deysani bana dostundan benim için izin alabilir misin? Bir sorum var gerçekten onu bir çok ulemaya sordum, ama beni kani edecek bir cevap alamadım. Dedim ki: Onu bana diyebilir misin? Şayet yanımda seni ikna edecek cevap vardır.”

 

Dedi ki: Onu Ebu Abdullah’a söylemek hoşuma gider. İmam Cafer Sadık’tan (a.s) onun için izin aldım. Geldi ve O’na dedi ki: size soru sormama izin verir misiniz?” Buyurdu ki: her ne istersen sor.

 

Dedi ki: “Senin yaratıldığına dair ne delil vardır?” Buyurdu ki: “Kendimi iki hal üzere buldum: Ya ben kendimi yarattım ya da başka birisi beni yaratmıştır. Eğer ben kendimi yarattıysam şu iki halden biridir: Ya (önceden de) vardım veya kendimi var ettim. Eğer önceden var idiysem ve kendimi vücuda getirdiysem, kendimi vücuda getirmeme bir ihtiyaç yoktur. Eğer yok idiysem, senin de bildiğin gibi yok olan bir şey, bir şey vücuda getiremez. O halde üçüncü bir şık geçerlidir. O da şu ki benim bir yaratıcım vardır ve o da âlimlerin rabbi olan Allah’tır.” Cevap karşısında hayrete düşen Ebu Şakir kalkıp gitti.”[2]

Ehlibeytin Dilinden Allah (1)

Allah, varlıkların değişmesiyle değişmez, onların mahdut olmasıyla mahdut olmaz. O, birdir sayılar mefhumuyla değil; zahirdir, vasıtayla değil; aşikârdır, gözle görülecek gibi değil; batındır, bir şeyin içinde değil; ayrıdır, mesafeyle değil; yakındır, birliktelikle değil; lâtiftir, cisimle değil; mevcuttur, yokluk sonrası değil; Benzeri yoktur ki benzeriyle tanınsın. O, her şeyden önce ve bütün şeylerden sonradır ve hiçbir şey O’nunla eşit değildir…

 

Allah, varlıkların değişmesiyle değişmez, onların mahdut olmasıyla mahdut olmaz. O, birdir sayılar mefhumuyla değil; zahirdir, vasıtayla değil; aşikârdır, gözle görülecek gibi değil; batındır, bir şeyin içinde değil; ayrıdır, mesafeyle değil; yakındır, birliktelikle değil; lâtiftir, cisimle değil; mevcuttur, yokluk sonrası değil; Benzeri yoktur ki benzeriyle tanınsın. O, her şeyden önce ve bütün şeylerden sonradır ve hiçbir şey O’nunla eşit değildir…

 

Haris b. E’ver Bir gün Hz. Ali b. Ebu Talib’in (a.s) ikindi namazından sonra şu hutbeyi okuduğunu ve kendisinin de yazdığını rivayet eder:

 

Hamd, ölümsüz, mucize ve acayiplikleri bitmeyen Allah’a mahsustur; çünkü O, her gün olmayan şeyleri icat eder. Doğrulmamıştır ki büyüklüğünde ortağı olsun; doğurmamıştır ki ortadan kaldırıcı devredicisi olsun. Vehim ve kuruntu onda vuku bulmaz ki benzer görüntüleri ona galebe çalsın. Görüşler onu derk etmez ki gözler döndüğü zaman ortadan kaybolsun. O’nun başlangıcında son, sonunda had ve nihayet yoktur. O’ndan vakit öne geçmemiş, zamanda mukaddem olmamıştır. Çokluk ve azlık onda yol bulmaz. Neredelik ve mekânlıkla vasıflandırılmaz. Gizli işlerin içinde saklı, yaratılanların tedbir nişanelerinde görülen akıllarda aşikârdır. Peygamberlere O’nun hakkında sorulduğunda ölçü ve noksanlıkla O’nu vasıflandırmadılar; belki eylem ve fiilleriyle vasıflandırdılar. Ayetleri O’na delâlet eder. Hiçbir akıl sahibi mütefekkir O’nu inkâr edemez, çünkü O göklerin, yerin, orada olanların ve arasında olanların yaratıcısı ve yapıcısıdır. (böylelikle mahlûkatı gördüklerinde O’nu derk edebilirler) hiç kimse O’nun kudretine karşı koyamaz. O öyle bir varlıktır ki vücudu aşikâr ve malûmdur, O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. Mahlûkatı kendisine ibadet etsinler diye yarattı ve itaat etmeleri için onlarda karar kıldığı şeye kudret bahşetti, (Böylelikle, Allah-u Teâlâ yarattıklarından istediği ibadeti, onların içine koyduğu kudretleri ölçüsünde istemektedir.) Hüccetler (peygamberler ve masum imamlar) vasıtasıyla onların özür bahanelerini ellerinden aldı, böylelikle kim helâk olur veya kurtulursa delil üzeredir, başlangıç ve sondaki üstünlük Allah’a mahsustur.

Sonra, Allah –hamd onun içindir- Kitabı (Kur’an’ı) kendisini övüşle açıp, dünyanın bitişi ve ahretin başlangıcını kendisine övgüyle kapatarak şöyle buyurdu: “Aralarında adaletle hükmolunmuş ve «Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun» denilmiştir. (Zümer, 75)”

 

Hamd, cismi olmadan kibriya elbisesini giyen, birine benzemeden celâl elbisesine bürünen, zevali olmadan arşta oturan, kullarından uzak olmadan onlardan üstün olan, onlara dokunmadan onlara yakın olan, bir endazeyle son bulan ölçüsü olmayan, Allah’a mahsustur. Benzeri yoktur ki benzeriyle tanınsın. Ondan başka büyüklük taslayanlar zelil, kibirlenenler küçük olmuştur; eşya onun azameti karşısında eğilmiş, izzet ve saltanatı mukabilinde boyun eğmiştir; bakışlar O’nu idrak etmekten çaresiz, O’nun sıfatını idrak etmeye, mahlûkların vehim ve tasavvurları yetersiz kalmıştır. O, her şeyden önce ve bütün şeylerden sonradır ve hiçbir şey O’nunla eşit değildir. Kudretiyle her şeye aşikâr, bir yere gitmeden bütün mekânları müşahede edendir. Hiçbir dokunucu ve hissedici O’na dokunamaz ve hissedemez. O, göklerde ve yerde ilâhtır. O, Hekim ve Âlimdir. Önceden bir benzeri olmayan irade ettiği her şeyi sağlam bir şekilde yaratan ve yarattığı şeylerde yorgunluk hissetmeyendir. Önce olmasını irade ettiği şeyi önce, insan ve cinden yaratmak istediği şeyleri de iradesine göre yarattı, böylelikle bununla, mabutluğunu tanıtsın ve kendi itaatini onların arasında sağlamlaştırsın.

 

Bütün hamtlarıyla, nimetlerinin hepsi için Allah’a hamd ediyoruz, işlerimizde yol göstermesi için O’ndan hidayet ve amellerimizin kötülüklerinden dolayı O’na sığınıyoruz; önceden işlediğimiz günahlarımızdan dolayı O’ndan bağışlanma diliyor ve şahadet ediyoruz ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve şahadet ediyoruz ki Muhammed O’nun kulu ve Resulüdür. Allah, onu kendisine kanıt ve kendisine hidayetçi olsun diye hak üzere göndermiş ve bizi onun vasıtasıyla sapıklıktan ve cehaletten kurtarıp yol göstermiştir. Kim Allah’a ve elçisine itaat ederse büyük bir kazanç elde eder, değerli sevaba nail olur ve kim Allah’a ve elçisine isyan eder, itaat etmezse kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır ve acı bir azaba müstahak olmuştur. Artık size sabit olan duymak vasıtasıyla itaat etmek, hayrı istemek, iyilikle davranmakla kurtuluşa erin ve kendinizi doğru yola iletin ve kötü işleri terk edin, hakkı aranızda karar kılın ve birbirinize hakka kavuşmak için yardımcı olun ve isyankâr cahilin karşısında durun ve iyilikleri emredin ve kötülüklerden sakındırın,  fazilet sahibi kişilerin üstünlüğünü tanıyın. Allah Teâlâ beni ve sizi hidayeti ile korusun ve takvada sabit kadem kılsın ve Allah’tan kendim ve sizin için bağışlanma diliyorum.

 

***

Ehl-i Beyt imamlarının sekizincisi olan İmam Rıza (aleyhi selam) da bu Şecere-i Tayyibe neslinden ve bu pak ailenin önderlerinden biri olduğunu tıpkı dedesi Hz. İmam Ali (aleyhi selam) gibi Allah’ı vasfetmesiyle kanıtlamıştır. Zaten eğer bu cümlelere bakılırsa onlardan başka kimsenin bu sözleri sarf edemeyeceği ortaya çıkmaktadır. İmam Ali bin Musa Rıza (aleyhi selam) Allah’ı şöyle tasvir etmektedir:

 

İbadetin evveli Allah’ı tanımak, O’nu tanımanın aslı O’nu bir bilmek, Allah’ın birliğinin nizamı sıfatlardan O’nu nefyetmektir, çünkü akıllar şahadet etmektedir ki sıfat ve mevsuf mahlûktur ve her mahlûk şahadet etmektedir ki sıfat ve mevsufu olmayan tarafından yaratılmıştır ve sıfat ve mevsuf, şahadet etmektedir ki birbirlerine yakındırlar ve birbirine yakınlık, sonradan oluştuğuna şahadet etmektedir ve sonradan oluşmak, sonradan oluşması mümkün olmayan ezeliyetin mümkün olmadığına şahadet etmektedir. Kim Allah’ı teşbihle tanımışsa O’nun zatını tanımamıştır, kim O’nun vahdaniyetinin künhüne varmak istemişse O’nu bir bilmemiştir, kim O’nu birine benzetirse O’nun hakikatine ermemiştir, kim O’nun nihayetini tasavvur ederse O’nu tasdik etmemiştir, kim O’na doğru işaret ederse O’nu ihtiyaçsız bilmemiştir, kim O’nu birine teşbih verirse O’nu niyetinden geçirmemiştir, kim O’nu cüz cüz bilse O’na boyun eğmemiştir, kim O’nu hayal ederse O’nu irade etmemiştir, her iyi şey O’nun eliyle yapılmış, O’ndan gayrisinde olanlar ise onunla istidlâl olunacak Allah’ın malûldür, O’na doğru yol gösterilecek ve hidayet olunacak ve akıllar vasıtasıyla marifetine inanacak ve Allah’ın hücceti fıtratla sabit olacaktır.

 

Allah ile mahlûkatı arasında hicap vardır. Allah’ın kullarından ayrıldığı nokta illet, malûl ilişkili ve zatidir. Allah’ın onları yaratmaya başlaması, O’nun başlangıcının olmadığına delâlet etmekte, çünkü her başlangıcı olan varlığın başka bir varlığın başlangıcını sağlaması mümkün değildir. Kullarını organlarla donatması, kendisinin azasının olmadığına delâlet etmektedir, çünkü azası olanların onlara ihtiyaç duyduğuna azalar delâlet etmektedir. Allah’ın adları tabir, eylemleri anlatma, zatı hakikat ve künhü O’nunla kulları arasındaki ayrılığına delâlet eder. Baki kalması Allah’tan başkalarının tanınmasına sebep olur, artık kim Allah’ı vasfederse O’na karşı bilgisiz ve kim O’nu bir şeye şamil bilirse O’na karşı sınırı aşmış olur. Kim O’nun künhüne ermek isterse hata eder. Kim “Allah nasıldır” derse, O’nu birine teşbih etmiştir. Kim “neden” derse, Allah’a illet; kim “ne zaman” derse, O’nu zamana hasretmiş; kim “O nerededir” diye söylerse, O’nu bir şeyde karar kılmış; kim “ne zamana kadar” söylerse, O’nun için son karar kılmıştır; kim “nereye kadar” derse, O’nun müddetli olduğunu bilmiş ve kim O’nun müddetli olduğunu bilirse O’nun için son düşünmüş ve kim O’nun için son düşünmüşse, O’nu cüz cüz bilmiş ve kim O’nu cüz cüz bilmişse, O’nu vasıflandırmıştır ve kim O’nu vasıflandırmışsa O’nun hakkında kâfir olmuştur. Allah, mahlûkatın değişmesiyle değişmez ve onların mahdut olmasıyla mahdut olmaz. O, birdir sayılar mefhumuyla değil; zahirdir, vasıtayla değil; aşikârdır, gözle görülecek gibi değil; batındır, bir şeyin içinde değil; ayrıdır, mesafeyle değil; yakındır, birliktelikle değil; lâtiftir, cisimle değil; mevcuttur, yokluk sonrası değil; faildir, icbarla değil; mukadderdir, onlar üstünde düşünmeden; müdebbirdir, hareketle değil; irade edendir, zorluğa düşmeden; isteyendir, onlar için telâş etmeden; idrak edendir, cismi olmadan; duyan ve görendir, azası olmadan.

 

Zamanların O’nunla birlikteliği yoktur, mekânların kapsamı dışındadır, uyuklamak O’nda söz konusu olmaz, sıfatlar O’nu sınırlamaz, âletler O’nu mukayyet etmez, künhü zamana, vücudu yokluğa, ezeliyeti başlangıca mukaddem olmuştur. Hisleri harekete geçirmesiyle kendisinin his sahibi olmadığını; cevherleri ortaya çıkarması, kendisinin cevher sahibi olmadığını gösterir. Eşyada çelişkiler ortaya atmasıyla, kendisinde tezadın olmadığını; işler arasındaki yakın bağın olması, O’nda yakınlığın olmadığını gösterir. Işığı karanlıkla, açığı karmaşalıkla, kuruyu yaşla, sıcağı soğukla zıt olarak yaratmıştır. Zıtlar arasında uyum ve ülfet, yakınlar arasında ayrılık icat etti. Böylelikle ayırmayla ayırıcı, ülfet ve uyumla ülfet vericinin olduğunu gösterdi, bu Aziz ve celil olan Allah’ın şu sözüne delâlet etmektedir: “Her şeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız. (Zariyat, 49)” böylelikle önce ve sonra arasını ayırarak, kendisi için önce ve sonranın olmadığının bilinmesini sağladı. Onların temayüllerine, onlara temayül verenin temayülü olmadığına şahit tuttu. Onlar arasındaki farklılıkla, onlara farklılık verenin kendisinde farklılık olmadığını gösterdi. Onları zamana münhasır etmekle, onları zamana hasredenin zamana münhasır olmadığını bildirdi. Bazı eşyalar arasına fasıla attı, böylelikle eşya ve kendisi arasında fasılanın olmadığının bilinmesinin sağladı. O, terbiye edeceği kimse var olmadan mabuttu, mahlûklar var olmadan ilâhtı, malûmlar olmadan âlimdi, bilinenler olmadan bilendi, yaratıklar olmadan yaratan idi, duyulacak bir şey olmadan, duyan idi. Yarattıklarını yaratmadan öncede yaratıcı manasına müstahaktı, insanları yoktan var etmeden öncede yaratandı. Nasıl böyle olmasın ki! (zaman) O’nu kayıp etmez, (çabukluk) O’nu yakınlaştırmaz, (belki) O’nu kaplamaz, (ne zaman) O’nu zamana bağlamaz, (ne zamandan) O’nu kapsamaz (ile) O’nu bir şeyle birleştirmez, çünkü eşya kendi kendini kısıtlar, âletler benzerlerine işaret ederler, eylemleri eşyada vuku bulur. Eğer eşyanın devamlılığını nazarda alırsak zaman ona mani olur, ezeliyetini şimdilik dilimi içine alır, eğer böyle olmasa kâmil olmaktan sakındırırdı. Eşyaların ayrı olması ayırana, farklı olmaları fark koyucuya delâlet eder, zira onları yaratan akıllarda tecelli eder. Allah, eşya vasıtasıyla gözlere görülmekten korundu, zihinler onlara yönelik hüküm vermektedir, onlarda ispat olunur, onlardan delillerden sayılır, ikrar onların vesilesiyle oldu, akıllar vasıtasıyla Allah’ın tasdik olunduğuna itikat eder, ikrar ile ona itikadı kâmil olur. Diyanet oluşmaz, ancak marifetten sonra; marifet oluşmaz, ancak ihlâsla; ihlâs teşbihle oluşmaz, Allah için sıfatların ispat edilmesiyle, artık teşbihi nefyetme yolu kalmaz. Böylelikle, yaratılanlarda olan her şey, yaratanında olmaz ve mahlûkunda mümkün olabilecek şeyler yapıcısında mümkün olmaz. Sakinlik ve hareket Allah’ta cari olmaz, nasıl olabilir ki onda bunu gerçekleştiren kendisidir veya nasıl ona dönsün ki onu başlatan kendisidir, zira böyle olmazsa Allah’ın zatı farklı ve künhü parça parça olurdu ve ezelden beri olan (birlik) manası muhal olurdu. Gerçekten, yaratan için yaratmadan başka bir mana yoktur ve eğer O’nun için geri manası tasavvur edilirse, ileri manası da tasavvur edilir ve eğer O’nun için kemal düşünülürse nakıslığı olduğu akla gelir. Sonradan oluşması imkânsız olmayan ‘nasıl’ ezeli olmaya müstahak olur, oluşturulması imkânsız olmayanın eşyayı oluşturması nasıl mümkün olur, zira onda yaratıcılık yoktur belki yaratılmışların nişanesi onda belirir ve ona delil olunacak şeylerin kendisi delile dönüşür. Sonuç olarak sözün muhal ve imkansız olmasında hüccet ve kanıt yoktur; onda soru cevapsız kalır; anlamında artık büyüklük olmaz ve mahlûkların ayrılık ve farklılıklarına yönelik yakınma yoktur, ancak ezeli mevcudun iki tane olduğunun imkansızlığı ve başlangıcı olmayan bir şeyin başlangıç olmasının mümkün olmadığını söyleyelim. Yüce ve Azim Allah’tan başka ilâh yoktur, kim Allah’tan dönerse yalancıdır ve en büyük sapıklık içindedir ve apaçık bir ziyan içindedir, Allah’ın selâmı Muhammed Peygamberine ve pak ve temiz olan Ehl-i Beyti’nin üzerine olsun.

 

Ehlibeyt’in Dilinden “Allah Kimdir, Nedir?” (2)

 

Hiçbir şey Allah’a benzemez, duyularla algılanmaz, insanlarla mukayese edilmez. Uzaklığında yakın, yakınlığında uzaktır. Her şeyin üstündedir. Bir şey O’nun üstündedir denemez. Her şeyin önündedir; ama Onun önü vardır denemez.

Varlıkların içindedir; ama bir şeyin bir şeye girmesi gibi değil. Varlıkların dışındadır; ama bir şeyin bir şeyden çıkması gibi değil. Bu niteliklere sahip olan Allah’ı tenzih ederim. Ondan başkası da bu niteliklere sahip değildir. O, her şeyin başlangıcıdır. Gözle görülmez, elle tutulmaz, beş duyu organıyla algılanmaz. Zihinler O’nu kavrayamaz, zamanın geçmesiyle yıpranıp eksilmez, akıp giden zamanlar O’nu değiştirmez…

Abdurrahman b. Ebu Necran şöyle rivayet eder: Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a tevhidle ilgili bir soru sordum ve dedim ki: “Allah’ı “şey” olarak tasavvur edebilir miyim?

 

Dedi ki: «Evet, ama aklen kavranamayan, sınır biçilemeyen bir şey. Senin zihninde beliren bir şey O’ndan ayrıdır. Hiçbir şey O’na benzemez, zihinler O’nu kavrayamaz. Zihinler nasıl O’nu kavrayabilsinler ki, O, aklen algılanan her şeyden ayrıdır, zihinlerde tasavvur edilen her şeyden farklıdır; ancak aklen algılanamayan ve sınır biçilemeyen bir şey olarak tasavvur edilebilir.»

***

Zurare b. A’yen şöyle rivayet eder:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah, yarattıklarından ayrı ve yarattıkları da Ondan ayrıdır. Allah dışında şey diye nitelendirilen her varlık, her şey, yaratıcı Allah tarafından yaratılmıştır. “Benzeri gibi hiçbir şey bulunmayan Allah münezzehtir. O, işitendir, bilendir.” (Şura, 11)»

 

***

Ali b. Ukbe b. Kays b. Sim’an b. Ebu Rubeyha -Resûlullah’ın azatlı kölesi- şöyle rivayet etmiştir:

Emirül-Müminin (Ali aleyhisselâm)’a soruldu: “Rabbini ne ile tanıdın?”

Buyurdu ki: «Kendini bana tanıttığı ile…»

Denildi ki: Kendini sana nasıl tanıttı?

Dedi ki: «Hiçbir şey Ona benzemez, duyularla algılanmaz, insanlarla mukayese edilmez. Uzaklığında yakın, yakınlığında uzaktır. Her şeyin üstündedir. Bir şey O’nun üstündedir denemez. Her şeyin önündedir; ama Onun önü vardır denemez.

Varlıkların içindedir; ama bir şeyin bir şeye girmesi gibi değil. Varlıkların dışındadır; ama bir şeyin bir şeyden çıkması gibi değil. Bu niteliklere sahip olan Allah’ı tenzih ederim. Ondan başkası da bu niteliklere sahip değildir. O, her şeyin başlangıcıdır.»

 

***

Ebu Basir şöyle rivayet eder: Bir adam Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın yanına geldi ve dedi ki: Bana Rabbinin ne zamandan beri var olduğunu söyle?

İmam buyurdu ki: «Yazıklar olsun sana! Ancak bir zaman var olmayan şey hakkında ne zaman oldu? Denir. Benim yüce Rabbim, her zaman vardı ve her zaman nasılsız (keyfiyetsiz) diridir. Allah hakkında “…oldu” olmaz. Oluşu için de “oldu ve nasıl oldu” nitelemesi olmaz. O’nun için “nerede” (mekân) yoktur.

 

Bir şeyin içinde değildir. Ve bir şeyin üzerinde de değildir. Özel mekânı için bir yer meydana getirmemiştir. Varlıkların oluşmasından sonra güçlenmemiştir ve hiçbir şey olmadan önce de zayıf değildi. Bir şey meydana getirmemişken korku hissetmiyordu.

Zihinde tasavvur edilen hiçbir şeye benzemez. Varlıkların yaratılmasından önce egemenlikten uzakta değildi ve varlıkların ortadan kalkmasından sonra da egemenlikten uzaklaşmaz. Hayat olmaksızın hep diridir. Bir şey meydana getirmeden önce güçlü hükümdardı. Evreni var ettikten sonra da karşı durulmaz güç sahibi hükümdardır.

 

Varoluşu için “nasıllık” söz konusu değildir. Nerede oluş O’nun için yoktur, sınırı söz konusu değildir. Kendisine benzeyen bir şeyle tanınmaz. Uzun süre kalmaktan dolayı yaşlanmaz. Hiçbir şeyden korkmaz. Aksine bütün varlıklar Onun korkusundan titrerler. Sonradan olma bir hayatı olmaksızın diriydi. Vasfedilir bir oluşu, sınırlandırılabilir “bir nasıl” oluşu ve kavranabilir “bir nerede” oluşu veya bir şeye komşu olabilir “bir mekânı” yoktur.

 

Bilâkis O, diridir, tanınandır, hükümrandır, daima güç ve egemenlik sahibidir. Dilediğini, dilediği zaman dileyişiyle yarattı. Sınırlandırılamaz, parçalanamaz, yok edilemez. Keyfiyetsizlikti, mekânsız son olacaktır. “O’nun yüzü hariç, her şey helak olacaktır.” (Kasas, 88) “Yaratma ve emir yetkisi O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah münezzehtir.” (Araf, 54)

 

Yazıklar olsun sana, ey soru soran adam! Benim Rabbimi, zihinler kapsayamazlar. Şüpheler Onu, rububiyyet makamından indiremezler, şaşırmaz, hiçbir şey Ona yaklaşamaz, komşu olamaz, Olaylar Ona musallat olamazlar, hiçbir şeyden dolayı sorumlu tutulamaz, hiçbir şeyden dolayı pişmanlık duymaz. “Uyumaz..” (Bakara, 255) “Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve yerin altında bulunan her şey Onundur.” (Taha, 6)»

 

***

Ahmed b. Muhammed b. Ebu Nasr şöyle rivayet etmiştir:

Belh nehrinin ötesinden (Maveraunnehir) bir adam, Ebu’l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın yanına geldi ve dedi ki: “Sana bir soru soracağım, eğer bu soruya benim düşündüğüm gibi cevap verirsen senin imamlığını kabul edeceğim.” Ebu’l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm) dedi ki: «İstediğini sor.» Adam şöyle dedi: “Bana Rabbinin ne zamandan beri var olduğunu, nasıl var olduğunu ve neye dayandığını söyle?”

Ebu’l-Hasan (a.s) dedi ki: «Allah Tebareke ve Teâlâ neresiz, (mekânsız) nereyi, (mekânı) nere (mekân) yapandır. Ve nasılsız, (keyfiyetsiz) nasılı, (keyfiyeti) nasıl (keyfiyet) yapandır. O, kudretine dayanır.»

Bunun üzerine adam yerinden kalktı, alnından öptü ve dedi ki: Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna, Ali’nin, Allah Resûlü’nün vasisi olduğuna, ondan sonra Resûlullah (s.a.ai)’nin yerine geçtiğine, siz imamların doğru sözlü olduklarınıza ve senin de onlardan sonra onların görevini üstlendiğine şahitlik ederim.

***

 

Hişam b. Hakem, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet eder:

Kendisine, “Allah nedir?” diye soran zındığa İmam şu cevabı verdi:

«Her şeyden farklı bir şeydir. Sen benim bu sözümü, anlamın ispatı şeklinde algıla. O, şeyliğin gerçek anlamıyla bir şeydir; ancak cisim ve suret değildir. Gözle görülmez, elle tutulmaz, beş duyu organıyla algılanmaz. Zihinler O’nu kavrayamaz, zamanın geçmesiyle yıpranıp eksilmez, akıp giden zamanlar O’nu değiştirmez.»

Soruyu soran adam dedi ki: Ama siz, Allah’ın işiten ve gören olduğunu söylüyorsunuz?

Buyurdu ki: «Evet O, işitendir, görendir. Bir organ olmaksızın işitir, bir alete başvurmadan görür. Daha doğrusu kendisiyle işitir, kendisiyle görür. O, işitendir, kendisiyle işitir ve O, görendir, kendisiyle görür dediğim zaman bu, O, bir şeydir, kendisi de ayrı bir şeydir anlamına gelmez.

Bilâkis, sorulan kişi ben olduğum için kendimle ilgili bir tabir kullanmak istedim ve soran da sen olduğuna göre senin anlayacağın bir dil kullandım. Ve diyorum ki: Gerçekte O, bütün zatıyla işitendir; ama bu, Onun parçası olan bir bütün olduğu anlamına gelmez. Sadece içimdeki anlamı kendimle ilintili ifadelerle sana anlatmak istedim.

Söylediklerimin varmak istediği nokta şudur: O, işitendir, görendir, zat ve anlam ayrılığı söz konusu olmaksızın bilendir, her şeyden haberdardır.»

Soru soran dedi ki: Peki, O nedir?

Ebu Abdullah dedi ki: «O, Rabdir. O, mâbuddur. O, Allah’tır. Allah derken maksadım: “Elif, lam ve ha” harflerini, aynı şekilde “ra ve ba” harflerini ispatlamak değildir. Bilâkis, sen bu harflerin ötesindeki anlamı tasavvur et. Eşyanın yaratıcısı ve meydana getiricisi “şey,” anlamını, söz konusu harflerin niteliğini düşün. İşte bu, Allah, Rahman, Rahim, Aziz ve benzeri isimlerle isimlendirilen anlamdır. Mâbud Odur»

Soru soran adam dedi ki: Biz ancak yaratılan şeyleri tasavvur edebiliyoruz.

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) dedi ki: «Eğer öyle olsaydı Allah’ı birleme yükümlülüğü üzerimizden kalkardı; çünkü biz ancak tasavvur ettiklerimizin dışındaki şeylerle yükümlü değiliz. Aksine biz diyoruz ki:

Duyularla tasavvur edilen, onlar aracılığıyla algılanan, duyular tarafından sınırlandırılmış ve onlarda somutlaşmış her şey yaratılmıştır. Çünkü yaratıcının varlığının olumsuzlanması iptal ve yokluk demektir.

Yaratıcının tenzih edilmesi gereken ikinci husus ise benzerliktir; çünkü benzerlik bileşim ve terkib ürünü olduğu açık olan yaratılmış varlıkların niteliğidir. Şu halde meydana getirilmişlerin var oluşlarını var eden birinin varlığını kanıtlamak kaçınılmazdır. Meydana getirilmiş varlıkların var edilmişlikleri, onlar açısından zorunlu bir niteliktir.

Onların var edicileri de onlardan ayrıdır ve onlar gibi değildir; çünkü onlar gibi olan, açık bir şekilde bileşim ve terkip ürünü olmak bakımından onlara benzer. Onlar gibi yokluktan varlığa geçmiş, küçüklükten büyüklüğe, siyahlıktan beyazlığa ve güçlülükten zayıflığa doğru bir süreç izlemiştir. Bunun dışında burada ayrıca açıklama ve varlıklarını kanıtlama gereğini duymadığımız daha başka özellikleri saymak mümkündür.»

Soru soran adam dedi ki: Sen yaratıcının varlığını kanıtlarken O’nu sınırlandırmış oldun!

Ebu Abdullah buyurdu ki:«Onu sınırlandırmadım bilâkis Onu ispat ettim. Çünkü “olumlama/ispat” ve “olumsuzlama/nefiy” arasında bir menzil bulunmamaktadır.»

Soruyu soran adam dedi ki: Peki, Allah’ın benliği ve mahiyeti var mıdır?

Buyurdu ki: «Evet, bir şey benliksiz ve mahiyetsiz kanıtlanamaz ki.»

Soruyu soran dedi: Şu halde keyfiyeti de mi vardır?

Buyurdu ki: «Hayır; Çünkü keyfiyet nitelik ve kuşatıcılık yönüdür. Ancak varlığını inkâr ve eşyaya benzerlik yönünün dışına çıkması kaçınılmazdır. Çünkü O’nu olumsuzlayan, O’nu inkâr etmiş, rabliğini reddetmiş ve iptal etmiş olur.+

 

O’nu başkasına benzeten de O’nu rablik niteliğini hak etmeyen, yaratılmışlara, var edilmişlere özgü niteliklerle olumlamış olur. Fakat Allah’ı, başkasının hak etmediği, Ona ortak olmadığı, kuşatamadığı ve O’ndan başkasının da bilemediği bir keyfiyetle olumlamak kaçınılmazdır.»

 

Soru soran dedi: Varlıkların zahmetini bizzat kendisi mi taşır?

 

Ebu Abdullah buyurdu ki: «O, doğrudan ve direkt varlıkların ağırlığını taşımaktan yücedir. Bu, yaratılmışlara özgü bir niteliktir. Yaratılmış varlıkların eşyayla teması; ancak yüklenmek, ağırlığını bizzat hissetmek şeklindedir. Allah ise aşkın güce sahiptir. İradesi ve dilemesi her zaman yürürlükte ve geçerlidir. Dilediğini yapar.»

 

Daha Fazla Bilgi İçin:

 

 

[1] Usul-u Kâfi’nin yazarı.

[2] Şeyh Saduk (r.a) konu hakkında şöyle buyuruyor: Bu babdaki doğru görüş ‘Allah’ı Allah’la tanıdık” görüşüdür. Zira eğer biz O’nu aklımızla da tanımış olsak o da Allah azze ve celle’nin bize bir bağışıdır. Eğer Allah azze ve celle’yi enbiyaları, resulleri ve hüccetleri aracılığıyla tanımış olsak, onları bize gönderen ve hüccet karar kılan yine kendisidir. Eğer Allah azze ve celle’yi kendi aracılığımızla tanımış isek onu oluşturan Allah azze ve celle’dir ve dolayısıyla O’nun aracılığıyla O’nu tanımış oluruz. Hz. İmam Sadık (aleyhi selâm) bu konu da şöyle buyurmuştur: “Eğer Allah olmasaydı biz tanınmazdık ve eğer biz olmasaydık Allah tanınmazdı.” Bu sözün anlamı şudur: Eğer Allah’ın hüccetleri (İmamlar) olmasaydı Allah bilgi üzere hakkıyla tanınmazdı ve eğer Allah olmasaydı hüccetler tanınmazdı. Kelam ilmi mensuplarından birinin şöyle dediğini duydum: “Eğer bir kişi bir çölde dünyaya gelir ve onu doğru yola iletip irşat etmeyen kimseyi görmeden öylece büyürse ve aklederek gök ve yere bakarsa onu gök ve yerin yapıcı ve oluşturucu olduğuna hidayet eder.” Ona dedim ki: “Böyle bir şey olmadı ve olmayan bir şey için eğer olsaydı nasıl olurdu demenin bir anlamı yoktur. Eğer böyle bir şey olsaydı o kişi kendisi için Allah’ın hücceti dışında bir şey olmazdı.

Bazı enbiyaların kendileri için, bazılarının kendi aile ve çocukları için, bazılarının mahalleleri için, bazılarının kendi şehirleri için, bazılarının da tüm insanlık için gönderildikleri gibi olurdu. Hz. İbrahim’in (aleyhi selâm) önce Zühre (yıldızına) sonra aya ve daha sonra da güneşe bakarak onların battığını gördüğünde: “Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” demesinin sebebi onun peygamber, ilham olunan ve gönderilen olduğundan dolayıdır. Onun tüm sözleri Allah azze ve celle’nin ona olan ilhamıyla gerçekleşmiştir. Allah azze ve celle’nin: “İşte bu, kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz delillerimizdir. (En’am, 83)” sözünün anlamı budur. Herkes İbrahim (aleyhi selâm) gibi değildir. Eğer tevhid düşünce vesilesiyle Allah’ın talimi ve tanıtmasına ihtiyaç duyulmadan bilinseydi, Allah azze ve celle nazil ettiği şeyleri nazil etmezdi bu sözünde olduğu gibi: “Bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. (Muhammed, 19) ve Allah’ın bu sözü: “De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur. (İhlâs Suresi)” ve yine Allah’ın bu sözü: “O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O’nun eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir! Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen O’dur. İşte Rabbiniz Allah O’dur. O’ndan başka tanrı yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na kulluk edin, O her şeye vekildir (güvenilip dayanılacak tek varlık O’dur). Gözler O’nu göremez; hâlbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır. (En’am, 101-103)” ve yine “Haşr Suresinin” sonu ve “tevhid” hakkındaki öteki ayetlerin hepsi buna delalet etmektedir.

 

İletişim